21 Mayıs 2012 Pazartesi

SEMAZEN NEDEN DÖNER ?

Mevlevîlik deyince ilk akla gelen semâ’, lügatte işitmek mânâsındadır. Terim olarak, mûsikî nağmelerin dinlerken vecde gelip hareket etmek, kendinden geçip dönmektir. Hz.Mevlânâ zamanında belli bir nizâma bağlı kalmaksızın dînî ve tasavvûfî bir coşkunluk vesîlesiyle icrâ edilen sema’, sonradan Sultan Veled ve Ulu Ârif Çelebi zamanından başlayarak Pîr Âdil Çelebi zamanına kadar tam bir disiplin içine alınmış, sıkı bir nizâma bağlanmış; icrâsı öğrenilir ve öğretilir olmuştur



Sema’, sembolik olarak, kâinatın oluşumunu, insanın âlemde dirilişini, Yüce Yaratıcı’ya olan aşk ile harekete geçişini ve kulluğunu idrak edip “İnsan- ı Kâmil” e doğru yönelişini ifâde eder.

Sema’ eden canlara Sema'zen denilmiştir.

Mevlevilikte dönmek tabiri yoktur. Mevleviler Sema' eder. Her tarikatın zikir ederken (Allah'ı anarken) kendilerine özgü bürhanları vardır. Mevleviliğin de bürhanı Sema' dır.

Sema' ederken başınız dönmüyormu?

Sema' belli kuralları ve teknik eğitimi olan bir zikir şeklidir. Sema eğitimi alırken vücudu yavaş yavaş belli eğitimlerle hazırlayarak baş dönmesi ortadan kalkar.
Sema' ederken ne hissediyorsunuz?
Sema' ederken semazen her çarh'da Allah ismini (ism-i celal) okur. Ve her selamın anlamlarını düşünerek bir vecd içinde Allah'ı anar. Bir de mühim olan şuursuzca dönmek değil, Sema' ederken Allah'ı düşünmektir. Bu sayede Allah'ın sevgisini kazanmaktır. Hissettiklerimize gelince anlatılacak veya yazılamıyacak kadar bir duygu selidir.
Hz. Mevlana Sema' etmiş mi?
Sema', Hz. Mevlana'dan çok önceleri de islam toplumlarında bilinmektedir. Hz.Mevlânâ zamanında belli bir nizâma bağlı kalmaksızın dînî ve tasavvûfî bir coşkunluk vesîlesiyle icrâ edilen sema’, sonradan Sultan Veled ve Ulu Ârif Çelebi zamanından başlayarak Pîr Âdil Çelebi zamanına kadar tam bir disiplin içine alınmış, sıkı bir nizâma bağlanmış; icrâsı öğrenilir ve öğretilir olmuştur
Kıyafetlerinizin anlamları nelerdir?
Siyah hırka kabiri toprağı, Tennure saflığı ve kefeni, sikke ise tevhidi ve mezar taşını ifade eder.
Post'ta oturan kişi kim?
Kırmızı Post'a oturan kişiye Postnişin denir. Hz. Mevlana'nın makamını temsil eder. Herkesin oturması uygun değildir.
Postnişin'in başındaki Destarın anlamı nedir?
Sarık kelimesinin Farsça karşılığı Destar'dır. Sarık sarmak Hz. Peygamber'in sünnetidir. Mevlevilerde Destar sarmak, Şeyhlerin ve Halifelerin hakkıdır. Şeyh, seyyid ise; yani Hz. Muhammed'in soyundansa yeşil, değilse beyaz destar sarar. Halifeler ve Çelebiler, dühani, yani bakılınca siyah görünecek derecede mor destar sararlar. Çelebiler, destarı, alttan sikke görünmeyecek tarzda sarar, çelebi olmayanların destarlarının alt tarafından sikkeleri görünür.

Şeyh'in elini öpüyorsunuz oda size birşey söylüyor bunun anlamı nedir?
Semazen şeyhe doğru ilerler ve şeyhin açıkta duran elini, şeyh de eğilerek onun sikkesini öper. Orada konuşma yoktur.
Otururken niçin secde ediyorsunuz?
Mevlevi sâliki, eline aldığı her şeyi, meselâ su içeceği vakit bardağı, eline aldığı kahve fincanını, yatacağı vakit ve kalktığı zaman yastığını, üstüne çekerken ve üstünden atarken yorganını, giyer ve çıkarırken, hırkasının ve çamaşırını yakasını, sikkesinin kenarını, otururken veya kalkarken yeri öper bu öpüşe de görüşmek denir. Bu suretle küllî ruhun her şeye sâri olduğu, daha doğrusu her varlık, tek ve mutlak varlığın tezahürü bulunduğu anlatılmış olur.
Meydanı 3 kere dolaşıyorsunuz bunun anlamı nedir?
Mevlevi dervişinin hırkası kabridir, sikkesi de mezar taşı. Otururken ölmüş sayılan derviş, adeta bir sur sesini duyup dirilir ve Devr-i velediye başlar. Bu bakımdan Devr-i Veledi ölümden sonra dirilmeye benzer. Semahaneyi ikiye böldüğü kabul edilen hatt-ı istivâa, bu çizginin sağ tarafı zahir alemi ve sol tarafı da batın alemidir. Bu devirler, şeyh denilen mânevî terbiyecinin rehberliğinde Mutlak Hakîkat’i “İlm-el Yakîn” olarak bilişi, “Ayn-el Yakîn” olarak görüşü, “Hakk-al Yakîn” olarak da O’na erişi sembolize eder.
Post'un yanında niçin birbirinize eğiliyorsunuz?
Şekilde gizli ruhun ruha selamıdır. Semâ’ meydanının sağ tarafından post hizasına gelen semâzen, Hatt-ı İstivâ’ya basmadan ve posta sırt çevirmeden dönerek karşıya geçer. Böylece arkasından gelen semâzenle karşı karşıya gelir. Bir an göz göze gelen iki derviş, aynı anda öne doğru eğilerek birbirlerine baş keserler. Böylece herkes birbiriyle selâmlaşmış olur ki buna "cemâl seyri" veya "cemâl cemâle gelmek" denilir.
Hırkanızı niye öperek yere bırakıyorsunuz?
Mevlevi dervişleri üzerindeki hırkayla görüşerek, sembolik olarak kabrinden kalkarak hakikate doğar ve kollarını bağlayarak bir rakkamını temsil eder. Böylece Allah'ın birliğine şehadet eder.
Yapılan bu 4 selamın anlamı nedir?
I.Selâm, insanın kendi kulluğunu idrâk etmesidir.

II.Selâm, Allah’ın büyüklüğü ve kudreti karşısında hayranlık duymayı ifâde eder.

III.Selâm bu hayranlık duygusunun aşka dönüşmesidir.

IV.Selâm ise insanın yaratılıştaki vazîfesine yani kulluğa dönüşüdür. Çünkü İslâm’ da en yüce makam, kulluktur.




Semazen ayakta dururken sağ ayağının başparmağı sol ayak başparmağının üzerinde niçin?

Bu duruma "ayakları mühürlemek" denir. Sebebi ise Hz. Mevlana'nın ahçıbaşısı Ateş Baz-ı Veli ye hürmeten yapıldığı söylenir.
Selam aralarında Postnişin birşeyler okuyor, okudukları nelerdir?

I.Selâmın başında, "Gerçek varlığınızın çevresinde dönün; istidanıza, yaratılışınıza uyun, itaat edip amelde bulunun." mealindeki,dua okunur.

II.Selâmın başında, "Allah'tan esenlik size; Allah, duyuşlarınızı da niyetlerinizi de sağ-esen etsin ve sizi; esenlikle, gerçek olan başlangıç noktasına ulaştırsın." mealindeki,dua okunur.

III.Selâmın başında "Allah, tam esenlik versin size ey sevgi ve aşk yollarında yürüyenler, can gözlerinizden perdeyi kaldırsın da, devrin ve gerçek merkezin sırlarını görün." mealindeki,
dua okunur.

IV.Selâm ın başında ise "Ey aşıklar ve gerçekler, Allah'tan esenlik size; devirleriniz tamamlandı, ruhlarınız arındı; Allah size yakıyne, yakıynın gerçek makaamına ulaştırdı." mealindeki,
dua okunur.

Sema' ya başlamadan önce birisi birşey okuyor, bu nedir?
Sema’ Töreni, “Nâ’t-ı Şerîf’le başlar. Nâ’t-ı Şerîf kâinatın yaratılmasına vesîle olan, yaratılmışların en yücesi Hz.Muhammed’i öven, Hz.Mevlânâ’nın bir şiiridir. XVII.yüzyılda bestekârlarından “Itrî” adıyla tanınan Buhûrîzâde Mustafa Efendi’nin Rast makamından bestelediği bu na’t-i, na’t-hân ayakta ve sazsız okur. Anlamı için buraya bakabilirsiniz.
Semazen'in hareketlerinin anlamları nelerdir?
Niyaz vaziyetinde ayakta durması Allah'ın birliğini, tevhid'i temsil eder.

Sema ederken sağ eli yukarıya sol eli aşağıya bakacak şekildedir. "Allah'tan aldıklarını kendisine mal etmeden halka ulaştırmaktır; bir yokuz; görünüşte var olan; vasıtalık eden bir suretten başka şey degiliz" Aynı mealde "Göğe ağarız, yere yağarız; aleme rahmetsiz; sıfatlardan zata varırız; zattan sıfatlar alemine, zuhur alemine geliriz; alemlere rahmet olan Hz. Muhammed'de (s.a.v.) yok olmuşuz biz demektir.

Sema vaziyeti sanki ters bir "la" şeklindedir insan gövdesiyle beraber "illa" ya tekabül eder. "la" ve "illa", müslümanlığın esas umdesi olan "la ilahe illallah"(Allah'tan başka ilah yoktur) sözünü temsil etmekle beraber mutlak varlığı ispat, ondan başka bütün mevhum varlıkları nefiy (reddetme) esasını içine alır.

Herkes semazen olabilir mi?
Mevlevilerde sema'; aşk ve cezbeyi meydana getirmek için bir vesiledir. Her Mevlevi, mutlaka sema' etmesini bilir. Meşk edip sema' etmeyi öğrenmiye "sema' çıkarmak", sema' öğrenmiş Mevleviye de "sema'zen" adı verilir.

Mevlevi olmadan Semazen olunmaz. Çünkü Sema' Mevleviliğin bir cüzüdür.

Semazen olmak için nasıl bir eğitim alınıyor?
Yuvarlak bir tahtanın ortasında bir çivi vardır. Çivi, sabit bir şekilde sema etmeye alışmanız içindir. Çivinin olduğu yere antiseptik görevi görsün diye tuz da dökülür. Sol ayak başparmağı ve ikinci parmak çivinin arasına sokulur ve ilk başlarda 18 çark atılır. Sema'ya ilk başlayan tennure giymez, normal kıyafetle döner. Atılan çarklar her gün fazlalaştırılır. Bu sırada ellerimiz çapraz şekilde omuzlarımıza kavuşturulur. Bakıldığında '1' sayısı gibi gözükürsünüz. Öyle durulmasının amacı, 'Allah'ın birliğine şahadet ediyorum' anlamına gelir. Atılan çarklar fazlalaştıkça, yavaş yavaş kollar açılır. Belli bir süre sonra tennure giyilir. Sema aç karnına yapılır. Bir de mühim olan fıldır fıldır dönmek değil, dönerken Allah'ı düşünmektir.
Her yerde Sema' yapılırmı yada bunun bir zamanı ve yeri varmı?
Kitaplarda yazıldığına göre evvelce mukabele günü ve vakti yokmuş. İhvan toplanır sohbet esnasında bir vecd, bir zevk hâsıl olursa şeyh, meydancıya emreder, o da canlara haber verir, semâ'hâneye gidilip mukabele yapılırmış.

Otellerde, Lokantalarda, düğün-sünnet, Fuarlarda velhasıl heryerde hatta şarkıcıların yanında Sema' yapılıyor bu Sema' mıdır?
Sema' olmadığını orada bulunanlarda söylüyor. Ama yapmayın dendiğinde herkes yapıyor ve insanlar istiyor gibi bir manasız cevap çıkıyor karşınıza.

Adabına uygun olarak yapıldığında kimsenin söz söylemeye hakkı olamaz. Çünkü bu işin aslı zikirdir ve zikrin yapılacağı ortam ve yer önemlidir.

Bu gibi yerlerde yapılan Sema'ya siz neden müdahale etmiyorsunuz? Ve buradaki semazenler bu işin bilincinde değillermi?
Şu anda kimse kimseye müdahale edemez. Bu bir rant olarak görüldüğü için. Herkes gerçeğini ben yapıyorum diyor, Kime göre gerçeği o bilinmiyor. Her dönen insan Mevlevi değil.

MEVLEVİLİK SEMAZEN NEDİR ?



Mevlevîlik deyince ilk akla gelen semâ’, lügatte işitmek mânâsındadır. Terim olarak, mûsikî nağmelerin dinlerken vecde gelip hareket etmek, kendinden geçip dönmektir. Hz.Mevlânâ zamanında belli bir nizâma bağlı kalmaksızın dînî ve tasavvûfî bir coşkunluk vesîlesiyle icrâ edilen sema’, sonradan Sultan Veled ve Ulu Ârif Çelebi zamanından başlayarak Pîr Âdil Çelebi zamanına kadar tam bir disiplin içine alınmış, sıkı bir nizâma bağlanmış; icrâsı öğrenilir ve öğretilir olmuştur

Sema’, sembolik olarak, kâinatın oluşumunu, insanın âlemde dirilişini, Yüce Yaratıcı’ya olan aşk ile harekete geçişini ve kulluğunu idrak edip “İnsan- ı Kâmil” e doğru yönelişini ifâde eder.

Sema’ eden canlara Sema'zen denilmiştir.

Mevlevilikte dönmek tabiri yoktur. Mevleviler Sema' eder. Her tarikatın zikir ederken (Allah'ı anarken) kendilerine özgü bürhanları vardır. Mevleviliğin de bürhanı Sema' dır.


Mevlevilik, Mevlânâ Celâleddin Rûmi adına, oğlu Sultan Veled tarafından kurulan tarikatın adı.

Mevlânâ Celâleddin Rûmi (1207-1274) dostlarının katıldığı özel toplantılar düzenler, tasavvufi ve dini sohbetler yapar, şiir söyler, zikrederek sema ederdi. Zamanla bir tören niteliği kazanan bu toplantılar belli kurallara, belli görüş ve düşünce ilkelerine bağlandı. Toplantılarda ney, kudüm ve benzeri çalgıların çalındığı zikirler, törenler daha derli toplu ve ölçülü yapılmaya başlandı.

Kısa bir süre içinde geniş bir alana yayılan, halk ve özellikle çağın aydınları arasında büyük bir ilgi uyandıran bu toplantılara katılanların sayısı arttı. İran, Arabistan ve Anadolu'nun birçok yerinden gelerek toplantılara katılanlar, katılmak isteyenler, Mevlânâ'ya karşı derin bir sevgi ve saygı duyanlar oldu. Zamanla bu özel toplantılar sınırlandırıldı: belli kurallara, düzenli törenlere bağlandı.

Mevlânâ'nın ölümünden sonra oğlu Sultan Veled, aynı yoldan giderek, babasının düzenlediği toplantılara ve bunlarda yapılan sema, zikir ve benzeri törenlere, bir tarikat niteliği kazandırdı. Törenlere katılmak, toplantılarda bulunmak, sema meclisine ve zikre girmek için birtakım değişmez ve Mevleviler arasında yaygın olan kurallar koydu. Zamanla bunlara resmi bir nitelik kazandırdı. Mevlânâ'nın oturduğu yeri (sonradan tekke adını aldı) genişletti. Bu toplantılar, önceleri yalnız Konya'da yapılıyordu.

Mevlânâ'nın görüşlerini, düşüncelerini benimseyenlerin sayısı çoğalınca, merkez olan Konya tekkesinin izniyle başka illerde de tekkeler, Mevlevihaneler açılması için izin çıktı. Zamanla Anadolu'da olduğu gibi, komşu İslam ülkelerinin birçok ilinde Mevlevihaneler, tekkeler açıldı.

Mevlevilik, Sünni tarikatlar arasında en yaygınlarından biri oldu. Mevlânâ ve oğullarının sağlığında dostluğunu kazanan bazı yakınlarının gömüldüğü Konya Mevlevihanesi, Kubbei Hadre (veya hazret) [Yeşilkubbe] diye anılan türbe, tarikatın merkezi ve kutsal makamı olarak benimsendi, saygı ve sevgi gördü.MEVLEVİLİĞİN ÖZÜ VE ANLAMI Sünni tarikatların en büyüklerinden biri sayılan Mevlevilik, ALLAH ile evrenin birliği görüşüne dayanır. ALLAH, yarattığı evrende görünüş (tecelli) alanına çıkar. Evrende var olmak, ALLAH'ın bir görünüşü'dür. Gerçek varlık ALLAH'dır. Her şey ALLAH'dan gelir, sonunda gene ALLAH'ya dönecektir. ALLAH, bir bütünlük içinde evreni kuşatır. ALLAH'dan başka varlık yoktur.

Mevleviliğin benimsediği ve Mevlânâ'nın eserlerinde dile gelen bu anlayış, yeni değildir; varlık birliği (vahdeti Vücut) görüşüne dayanır. İnsanda, ruh denen, ilahi bir öz vardır. Evren yaratıldıktan sonra bu öz, insan varlığının ortaya çıkışı sonucu, bedene girdi. Öz yurdundan, ilahi ülkeden ayrıldı. Şimdi, geldiği yere kavuşmanın derin özlemi içinde çırpınır durur. Ruh, insan varlığının en yüce özüdür.

İnsana insanlık değeri kazandıran bir cevher'dir. insanı gerçeğe ulaştıran, ilahi özün sırlarına erdiren, akıl değil aşktır. Aşk, insanın özünde, ALLAH'a karşı duyulan en derin bir özlem niteliğini taşır. Aşkın özünde dile gelen, sezgidir. Aşk ile sezgi birbirini bütünleyen iki manevi güçtür. Onlar birbirinden ayrılmaz, biri ötekini gerekli kılar. Sezgi ile aşk, insan ruhunun kavrayış, anlayış gücüdür; bilme, öğrenme yeteneğidir.

İnsan, yalnız aşk ile olgunlaşır, gerçekleri, ilahi sırları kavrayabilecek olgunluğa (kemale) ulaşır. Bütün yaratıklar, gök katları (felekler) bu aşk ile dönerler (sema ederler), kendi dillerince (hal diliyle) ALLAH'ı anarlar (zikrederler). ALLAH, sürekli yaratış eylemi içinde olan, daima kendini yenileyen, bütün varlık evrenini bir yüce bütünlük içinde kuşatan som iradedir, som sevgidir, nurdur.

Her türlü tanımın, açıklamanın, anlatımın üstündedir. Onun varlığı, insan aklının sınırlarını, kavrayış yeteneklerini aşar. insan, gönlünü aşk ile, ALLAH sevgisi ile doldurursa, ALLAH'ı gönlünde duyar, gönül gözüyle görür, gönül diliyle konuşur. ALLAH aşkı insanın içine dolunca, insan, ALLAH'dan başka bir varlık görmez olur. Her an kendinin ALLAH katında olduğunu, her anının, her yanının ALLAH ile dolduğunu sezer, gönlünde duyar. İnsan, ALLAH'ın dile geldiği, söz ve ses olarak tecelli ettiği bir varlıktır, kelâmullahı nâtık'tır. ALLAH'ın, konuşan, söyleyen kelâm'ıdır.

ALLAH, değişik biçimler içinde, ayrı ayrı niteliklerle görünüş alanı'na çıkar. Bu yüzden insanın evrende gördüğü değişik varlık türleri, renk, ses, uyum (ahenk), düzen, güzellik gibi nitelikler ALLAH'ın görünüşünden başka bir şey değildir. İnsan, aşk ile basamak basamak ALLAH'a yükselir, belli kemal aşamalarına (mertebelerine) ulaşır. Ulaştığı her aşamada, ALLAH'ı ayrı bir görünüş niteliği'nde sezer. Bu bakımdan aşk ile yükselmek, kemal ve irfan sahibi olmak, ALLAH'a yaklaşmak anlamına gelir. Bütün insanlar, yeryüzünde edindikleri bilgi (aşk ile kazanılan bilgi) derecesine göre ALLAH'ı yansıtan birer varlık oldukları için, insanı sevmek, ALLAH'ı sevmektir.

Mevleviliğin sevgiye dayanan insan anlayışı, insana varlık türleri içinde ayrı bir değer ve önem vermesinden dolayıdır. İnsan, evrenin özü (zübdei âlem), varlık bütününün söyleyen dili, gören gözüdür. Mevlevi tarikatına göre, bütün evren ve insan, toprak, ateş, hava ve su gibi dört ana ilkeden kuruludur. Göklerle insanın özü, yapısını kuran ilkeler birdir, eştir. Ancak, felekleri yöneten yasalar ayrıdır. Çünkü onlar, bir bakıma manevi aşamalardır.


Yaratılmışlar içinde en yücesi insandır. İnsanın yüceliği, ALLAH'a yakınlığından, gönlünün bir ilahi görünüş (tecelli) alanı olmasından ileri gelir. ALLAH, insanı birtakım ilâhi özlerle, yüce nitelik ve yeteneklerle donattı. Varlıklar içinde onu yüce kıldı. İşte bunu anlama ve bu yüceliği kavramaya irfan denir. İrfan, aşk ve sezgi ile kazanılır. Gönlünde aşk ateşi, ruhunda ALLAH sevgisi bulunmayan, bunu, derin anlamı kavrayamaz; insanın özünde saklı ilâhi sır'a eremez. Bu sıra ermenin yolu «aşk ile yanmak, aşk ile pişmek»tir.

Mevleviliğin anladığı aşk, insanın insana karşı duyduğu geçici, beşeri muhabbet değildir, ALLAH'a duyulan sınırsız, derin ve karşılıksız bağlılığı gerektiren sevgidir, sonsuz coşkunluktur. Mevleviliğin düşünce ve görüş bakımından Yeni-Eflatun'cu felsefe akımının dolaylı olarak etkisi altında kaldığı, hem Mevlana’nın hem de onun ardından gelenlerin eserlerinde geçen tasavvuf kavramlarından açıkça anlaşılır. Mesnevi'de. Divanı Kebir'de, Sultan Veled'in, Ulu Arif Çelebi'nin eserlerinde görülen bütün tasavvuf kavramları Plotinos'un geliştirdiği Yeni-Eflatun'cu felsefe akımının düşünce ürünleridir.

İslâm dünyasında dinle musikiyi, dar bir alanda resmi bağdaştıran, ibadette musikiye yer veren ilk tarikat Mevleviliktir denebilir. Ney, kudüm, nısfiye, rebap, daha sonraları tambur ve başka sazlarla dini nitelikte tören düzenleyen, zikreden, sema meclisine giren, ilâhiler okuyan, şeriatın katılıklarına yumuşaklık katan Mevleviliktir. Bu niteliği yüzünden Mevlevilik bazı noktalarda şeriatla çatışır. Birçok devlet büyüğü ve sultanın Mevlevi oluşu, tekkelere gidişi, şeriatın, her alanda Mevleviliğe baskı yapmasını önlemiştir.

Mevleviliğin temel ilkeleri, genellikle on iki konuda toplanır:

1. insanlığa hizmet etmek;
2. başkalarına her zaman iyi ve güzel davranışın örneği olmak;
3. Mesnevi okumak ve mutasavvıf olmak;
4. aklı iyi kullanmak, hikmet sahibi olmak;
5. dindar olmak;
6. içini her zaman temiz tutmak;
7. Mevlânâ'yı pir tanımak;
8. Mevlânâ'nın yolundan ayrılmamak;
9. ALLAH'dan, Hz. Muhammed'den sonra Mevlânâ'ya bağlanmak, ona gönülden inanmak;
10. bilim edinmek, bilgili olmak;
11. alçakgönüllü, sabırlı, güler yüzlü ve nazik olmak;
12. maddi ve manevi bakımdan temiz olmak.

Bunlar Mevleviliğin değişmez kurallarıdır. Mevlevi tarikatına giren, çile dolduran herkesin bunlara uyması gereklidir.


Mevlevilikte bir de âyini cemi Mevlevi denen tören vardır. Daha çok geceleri yapılan ve bir sohbet niteliğinde olan bu törene dedelerden başka, tarikata giren muhibler de katılır. Bu töreni, meydancı dede yönetir. Kapının başına şeyhin kırmızı postu konur. Sonra öteki postlar sırayla dizilir. On sekiz şamdan, dokuzarlık iki sıra halinde yerleştirilir. Yatsı namazı kılındıktan sonra meydancı dedenin âyini ceme selâ çağrısı üzerine tören başlar. Neyler çalınır, sema âyinine başlanır. Önceleri bir sanat ve eğitim yeri olan Mevlevi tekkeleri, zamanla bu niteliklerinden uzaklaştı. Tekkelerin ve zaviyelerin kapatılmasını öngören kanunla çalışmalarına son verildi.

MEVLANA TÜRBESİ


Mevlânâ Celâleddin Rûmi'nin Konya'daki türbesi. Mevlânâ Celâleddin Rûmi'nin ölümünden sonra Alemeddin Kayser ve Muiniddin Pervane ile karısı Gürcü Hatun tarafından yaptırıldı (1274).

Mimarı Bedreddin Tebrizi'dir. Çevresindeki mescit, semahane, meydanı şerif, matbah, derviş hücreleri, şadırvan, şebi aruz havuzu ve çelebi dairesiyle bir külliye halindedir. Külliyeyi meydana getiren yapılardan esas türbe binası Selçuklu devrine, türbenin yivli gövdesi ve külahı ile giriş koridoru, çelebi mezarları, post kubbesi Karamanoğulları devrine, mescit, semahane, türbeler, derviş hücreleri, matbah ve şadırvan ise Osmanlı devrine aittir. Türbenin bugünkü şekli; kare planlı bir zemin üzerinde üç tarafı kemerli ve bir tarafı kapalı mekân halindedir. Bu mekânın üzerini 16 dilimli sivri bir külah örter.

Külahın tepesinde bir hilâl içinde Mevlevi sikkesi bulunan yüksek bir alem vardır. Külahın üzerini firuze çiniler kaplar. Külaha Yeşilkubbe denir. Yeşilkubbenin altında Mevlânâ'nın ve oğlu Sultan Veled'in gök mermerden yapılmış üstü puşide ile örtülü sandukaları vardır. Türbenin bir «mumyalık» kısmı da vardır, cephede bugünkü Gümüş Eşik'in altında bulunan bu kısmın kapısının XVIII. yy.da örülmüş olduğu bilinir. Çapraz tonozla örtülü olduğu sanılan bu kısımda Mevlânâ'nın na'şı mumyalanarak muhafaza edildi.

Mevlana'yı Konya'ya böyle davet etmiş!

Sultan Keykubat, ''Ey hakikat alemini aydınlatan güneş'' diye başlayan mektubuyla Mevlana'yı Konya'ya davet ediyor.

Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat'ın kendisini Konya'ya davet ettiği mektubun el yazması kopyası, Konya Yazma Eserler Bölge Kütüphanesi'nde bulunuyor.

Zamanın savcısı konumundaki 1890'lı yıllarda yaşayan bir kişinin tuttuğu notlar arasında Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat'ın kendisini Konya'ya davet ettiği mektubun el yazması kopyasının da yer aldığı eserler, torunları tarafından Konya Yazma Eserler Bölge Kütüphanesi'ne bağışlandı.

 

Kırıkkale Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Doğu Dilleri ve Edebiyatı Bölümü Fars Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı Başkanı Adnan Karaismailoğlu, yaptığı açıklamada, kaynaklarda Sultan Alaaddin'in, Hz. Mevlana'nın babasını Konya'ya davet ettiğinin bilindiğini ancak şimdiye kadar konuyla ilgili daveti içeren yazılı bir belge bulunamadığını söyledi.

Yazma Eserler Kütüphanesi'ne bağışlanan metnin böyle bir yazının varlığını gösterdiğini belirten Karaismailoğlu, ''Sultan Alaaddin Keykubad'ın Hazret-i Mevlana Karaman'da iken gönderdiği tahriratın bir fıkrası. Mektupta yer alan ifadeler, olgun bir Osmanlı Türkçesiyle yazılmış'' dedi.

Karaismailoğlu, Sultan Alaaddin Keykubad'ın Mevlana Karaman'da iken gönderdiği mektubun bir paragrafı, orijinali olmasa da orijinal metnin yansıtılmışı olduğunu ifade ederek, şunları kaydetti:

''Alaaddin Keykubat'ın Mevlana'yı Konya'ya davet ettiği yönünde zaten ifadeler vardı. Bu mektup onun somut bir kanıtı. Mevlana'nın Konya'ya teşrif ettiğini anlatan yazılı bir metin yoktu. Bu mektup, 1890'lı yıllarda o zamanın önemli olaylarını şahsi defterine yazan zamanın savcısı konumundaki bir kişinin kayıtları. Orijinal bir metin olup olmadığı kesin değildir ama mektup somut kanıtlar içeriyor. Kaynaklarımız arasında bu mektup metinleri yer alacaktır. Mektubun bulunmasının, Mevlana ve ailesinin Konya'ya geliş yıl dönümü günlerine denk gelmesi de ayrıca önem arz ediyor. Hz. Mevlana ve ailesinin Konya'ya gelmesi ile Konya ve Anadolu önemli kazanımlar elde etti.''

Konya Bölge Yazma Eserler Kütüphanesi Müdürü Bekir Şahin ise teslim edilen belgelerin içerisinde yakın tarihe ışık tutacak, zamanın savcılığı tarafından tutulmuş notların da mevcut olduğunu belirtti.

Zamanın savcısı konumundaki kişinin torunları tarafından 11 nitelikli yazma eser, 60 nadir matbu eser ile çok sayıda belge ve özel mektubun kütüphaneye bağışlandığını açıklayan Şahin, şöyle devam etti:

''Zaten bu ailelerin dedeleri müstensih (El yazması eserini el yazısıyla kopya eden kimse) görevinde bulunmuş. Bugünkü anlamıyla savcı diyebileceğimiz bir aileye ait belgelerdir. Belgeler arasında, Konya Valiliği'nden değişik yerlere yapılan yazışmalar, Kulu, Cihanbeyli yöresindeki iskanlar, hatta Hz. Mevlana ve babası Muhammed Bahaeddin Veled Karaman'da iken Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubat'ın kendilerine gönderdiği mektubun bir kısmının el yazması kopyası dahi mevcuttur.''

-Mevlana Konya'ya davet ediliyor-

Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat, ''Ey hakikat alemini aydınlatan güneş'' diye başlayan mektubuyla Mevlana'yı Konya'ya davet ediyor.

Konya Bölge Yazma Eserler Kütüphanesi'ne bağışlanan eserler arsında yer alan belgeye göre, Mevlana ve ailesinin Karaman'a geldiğini haber alan Sultan Keykubat, onlara olan saygı ve hürmetlerini göstermek amacıyla şunları yazıyor:

''Ey afitab-ı alemtab-ı hakikat! Elhamdulillah-i taala kereminizden bu kadar kurb-i menzilet husule geldi. Mezid-i atifetlerinden eminiz ki isti'cal-i kudum-i meymenet luzum-i kudsiyatlarıyla Konya şehri dahi ma'mur ve eşi'e-i hurşid-i cemalleriyle hane-i çeşm-i dil purnur ve mesrur olsa. (Ey hakikat alemini aydınlatan güneş! Elhamdülillah kereminizle bu kadar yaklaştınız. Büyük merhametinizle eminiz ki mübarek kutsi gelişinizde acele ederek Konya şehri dahi bayındır ve gönül göz bebeğimiz yüz güneşinizin parıltılarıyla nurlansa ve sevinse.''

 

 

20 Mayıs 2012 Pazar

Türk Kültür Mediyetinde Mevlana' nın Yeri ve Önemi

 

 

 

 

 

TÜRK-İSLAM medeniyetinin yetiştirdiği en önemli şahsiyetlerden biri olan Mevlâna Celâleddin-i Rûmî, yaşamı sırasında ve ölümünden sonra pek çok kişi ve topluluğu etkilemiş büyük bir mütefekkir ve mutasavvıftır. Gerek İslam coğrafyasında, gerekse dünyanın diğer yerlerinde Mevlâna kadar ilgiye, saygı ve sevgiye mazhar olan çok az kişi vardır.

 

Bugün doğuda ve batıda ona ve eserlerine duyulan ilgi çok artmıştır. Günümüzde yurt içinde ve yurt dışında, Mevlâna ve eserleri üzerine yapılan çalışmalar büyük bir hız kazanmıştır. Mesnevi, dünyadaki başlıca büyük dillere çevrilmiş bulunmaktadır ve hâlen bu faaliyetler sürmektedir. Mevlevîlik ve semâ, maddenin dar kalıplarında bunalan ve ihmal ettiği ruhunun sesini arayan Batılının ilgi odağındadır. Bu alanda her geçen gün yeni bir faaliyet işitilmekte; çeşitli sosyal ve kültürel oluşumlar meydana gelmektedir.

 

Asırlarca çeşitli milletlerin aynı değerler etrafında oluşturdukları İslam kültür ve medeniyetini yoğuran aslî ve en önemli unsurlardan biri, kuşkusuz tasavvuf düşüncesi olmuştur. İslam’ın bir tür yorumu ve uygulanışı demek olan tasavvuf, yüzyıllar boyunca ilim, fikir, gönül ve sanat erbâbınca nice değerli eserlerle anlatılmıştır. Allah (c.c) kâinat, insan üzerine fikirleri; fert ve cemiyetle ilgili konuları en güzel şekilde izah eden mutasavvıflarımızdan biri de Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî’dir. O, ünlü düşünürlerimizden Hilmi Ziya Ülken’in deyişiyle: “Bin yıllık kültür tarihimizin en büyük simalarından biridir.

Yalnız büyük bir şair, bir tarikat kurucusu, derin bir sûfi, etraflı bir âlim değil, aynı zamanda Anadolu’daki kültürümüzün unsurları arasında büyük bir kaynaşma ve birleşme temin eden derin bir ruh ve hamle adamıdır.”

 

Ünlü edebiyat tarihçimiz Nihad Sami Banarlı, bu konuda şu tespiti yapmaktadır: “Mevlânâ, Konya ve çevresinde geniş bir mânevî hayat uyandırmış ve onun mânevîyâtı, ilk halîfesi Hüsâmeddin Çelebi ile oğlu Sultan Veled ve torunu Ulu Ârif Çelebi gibi Mevlevîliğin ilk Çelebileri büyük vakarla yaşatılmıştır. Bu mâneviyat XIII. asır Anadolu’sunun çeşitli buhranları içinde bunalan; halktan olsun, büyüklerden olsun nice insana derin bir dînî kültür ve tefekkür yanında, o ölçüde büyük bir huzûr ve teselli vermiş ve birçoklarını da me’yûs olmaktan kurtarmıştır. (...) Önce Konya çevresinde, sonra daha başka şehirlerde teşkîlatlanan Mevlevîlik, bilhassa Osmanlı sultanlarının bu ağırbaşlı ve yüksek kültürlü tarîkate gösterdikleri ihtiram dolayısıyla imparatorluk zamanında Mısır’dan Macaristan içlerine kadar yayılmıştır. Bütün buralarda Mevlevî dergâhları kurulmuş, Mevlevî âyinleri yapılmış, Mevlevî semâ’ı ve Mevlevî mûsıkîsi, üç kıt’ada, yaygın bir alâka görmüştür.”

 

Gerçekten de Mevlâna, geçmişte engin fikirleriyle İslam dünyasında ve bilhassa Anadolu’da çok etkili olmuş; kültürel hayatı, sanat ve edebiyatı derinden etkilemiştir. 26 bin beyte yaklaşan Mesnevi’si, daha müellifi hayattayken büyük bir rağbete mazhar olmuştur. Onun 40 bin beyti aşan Dîvân-ı Kebîr’i âşık bir ruhun en samimi ve en coşkun örneklerini taşır. Bu devâsa eser de asırlarca şairlerin ve gönül adamlarının ilham kaynağı olmuştur. Fîhi mâ fîh, Mecâlis-i seb‘a ve Mektûbat adlı diğer eserleri de Mevlâna’nın fikirlerini açık ve berrak şekilde bizlere sunar.

 

Mevlâna’nın, düşüncelerini en güzel şekilde işlediği Mesnevi’si, önemi ve tesiri yazılmaya başlandığı zamandan günümüze dek artarak devam eden ölümsüz ve edebî şâheserdir. Yakın devir edebiyat tarihimizin önemli simalarından Ahmet Hamdi Tanpınar şöyle anlatıyor: “Bir gün Yahya Kemal’e neydi bu eskilerin hayatı acaba? Nasıl yaşarlardı? Diye sormuştum. Gülerek ‘Gayet basit, dedi, pilav yiyerek ve Mesnevi okuyarak.’(...) Birkaç yıl sonra Bağlarbaşı’ndan Karacaahmet’e doğru inen yolda, -kim bilir hangi vesile ile- canlanan maziyi yakalama arzusuyla aynı düşünceye döndü. ‘Medeniyetimiz Mesnevi ve cihat medeniyetiydi.’ dedi.”Mevlâna Celâleddin-i Rûmî ve onun eşsiz kitabı Mesnevi’nin kültür hayatımızdaki yerini bu sözlerden daha iyi anlatabilecek ifadeler bulunamaz herhalde.

 

Nitekim ülkemizin yetiştirdiği en büyük Mevlâna ve mevlevîlik mütehassıslarından biri olan Abdülbaki Gölpınarlı da, “(Mağz-i Kur’an yani Kur’an’ın özü denilen) Mesnevi, baştanbaşa bir kültür âlemidir. Dünya eserleri arasında bu kitabın mümtaz bir mevkii vardır; mistik eserlerle sûfiyâne şiirler arasındaysa bir benzeri yoktur” demektedir.

 

Birlik şuuru içerisinde Allah (c.c) ve Peygamber (s.a.v) sevgisini gönüllere yerleştirmeyi hedefleyen, İslamiyet’in aşk derecesinde bir samimiyetle yaşanmasını savunan Mevlâna, fikirlerini esas olarak Mesnevi’siyle kitlelere duyurmuş ve benimsetmiştir. Türk edebiyatı tarihinin büyük üstadı Ord. Prof. Dr. Fuad Köprülü, onun daha ilk dönemlerdeki etkileri hakkında, “Mevlâna’yı iyice bilmeden Anadolu’daki ilk Türk eserlerini anlama(nın) mümkün olamayacağı, ilmî bir gerçektir” der. Mevlâna ve eserleri üzerine asırlarca devam edecek olan bu çalışmalar -zikredildiği gibi- esas olarak Mesnevi üzerinde yoğunlaşmıştır. Nitekim merhum Prof. Dr. Amil Çelebioğlu, bu konuyu işlediği bir makalesinde şu tespiti yapmaktadır: “Gerek şahsına hürmet edilmesi, gerekse bilhassa eserlerinden Mesnevi’sinin, tesiri cihetiyle XIII. asırdan Sultan II. Murad’ın vefatına (855/1451) kadar olan devre için tespit edebildiğimiz Türkçe Mesnevilerde en çok adı geçen, sitayişle bahsolunan isim, şüphesiz ki Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’dir. Hiçbir Mesnevi şâirinin, Mevlânâ kadar devamlı bir şekilde müessir olduğunu, tekrîm ve tebcîl edildiğini müşâhede edemiyoruz.”

 

Bir diğer edebiyat tarihçimiz Âgâh Sırrı Levent bu konuda şu önemli tespiti yapar: “Mevlânâ’yı incelemeden Türk tasavvuf edebiyatı anlatılamaz. Kaldı ki, Mevlânâ’nın -Fars diliyle de olsa- yazdığı Mesnevi’de aşılamağa çalıştığı düşünce ve temsil ettiği ruh öylesine Türk’tür ki, bu esere geniş bir yer ayırmadan Türk kültür hayatı açıklanamaz. Mesnevi, tarih boyunca Türk “irfan”ının başlıca kaynağı olmuş, Türk düşüncesi Mesnevi ile beslenmiş ve genişlemiştir. Tasavvuf “neşve”si içinde yazılmış bütün şiirlerde Mevlânâ’nın etkisi ve izleri görülür.”

 

Bütün bu yönleriyle bizim duygu ve düşünce dünyamıza kaynaklık etmiş, kültür hayatımızda kesin ve derin bir iz bırakmış olan Mesnevi hakkında Anadolu’daki çalışmalar erken dönemlerde başlamış; yazılmaya başlandığı andan itibaren âlimler, edipler, şairler kadar devlet adamları, esnaf ve halk tarafından da sevilmiş ve gittikçe artan bir ilgiyle benimsenmiştir. Bu değerli kitap, asırlarca kadın-erkek, yaşlı-genç her seviyeden insan tarafından okunmuş, Mesnevîhanlarca gerek tarikat mensuplarına gerekse halka anlatılmış, birçok âlim ve mutasavvıf tarafından tercüme ve şerh edilmiş, kendisinden birçok seçmeler yapılmış, konulara göre tasnif edilmiş, lügatleri hazırlanmış, eserlere, fikirlere, sanat ve edebiyat ürünlerine ilham kaynağı olmuştur. Ülkemizde, Osmanlı döneminde Surûrî, Şem‘î, Ankaravî, Yusuf Dede, Nahîfî, Şakir Mehmed, Mehmed Murad; Cumhuriyet döneminde ise Ahmed Avni Konuk, Veled Çelebi, Abdülbâki Gölpınarlı, Tâhirü’l-Mevlevî-Şefik Can ve Adnan Karaismailoğlu Mesnevi’yi baştan sona tercüme veya şerh etmeyi başarmışlardır.

 

Bilindiği üzere Cumhuriyet’in ilânıyla birlikte bütün tarikatlar gibi Mevlevilik de kaldırılmış (1925), Konya’daki Mevlâna Türbesi ve Dergâhı, mevcut eşyası ile birlikte müze olarak 1927 yılında hizmete açılmıştır. Böylelikle asırlarca sosyal ve kültürel hayatımızda kalıcı izler bırakmış olan Mevlevilik tarihe mal olmuştur. Ancak Mevlâna’nın hayatı, eserleri ve fikirleri üzerine yapılan çalışmalar, bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de artarak devam etmektedir.

 

Mevlâna’nın diğer büyük eseri Dîvân-ı Kebîr de kültür ve edebiyatımızda önemli bir yere sahiptir. Hiçbir zaman şairlik iddiasında bulunmamış olan ve daima sözün, manaları ifadedeki kifâyetsizliğinden şikâyet eden Mevlâna’nın şiirlerinde elbette bazı aksaklıklar görülmektedir. Bunlara dikkati çeken Fuad Köprülü, şairin “rûhunu, bütün samimiyyeti, derinliği, çıplaklığıyle gösteren manzûmelerindeki ilâhî lirizm”in yüksekliğini vurgulamakta ve bu sebeple Mevlâna’yı belki de Farsça şiir söyleyen en büyük mutasavvıf şair saymak gerektiğini itiraf etmektedir.

 

Bin yıllık geçmişimizde Mevlâna ve eserlerinin etkisi ve önemine dair merhum Prof. Dr. Abdülkadir Karahan’ın tespitini de burada nakletmek uygun olacaktır:

 

“Mevlâna Celâleddin-i Rûmî’nin gerek kültür ve edebiyat, gerekse dinî ve sosyal hayat açısından en fazla tesir ve nüfuzunu hisseden, denebilir ki, Anadolu Türkleri olmuştur. Daha 13. yüzyılın sonlarından başlayarak özellikle oğlu Sultan Veled (1226-1312)’in gayretleriyle kuruluşu tamamlanan Mevlevî tarikatının yayılışı ile birlikte Mevlâna’nın da Türk edebiyatında etkisi kuvvetle hissedilmeye başlanmıştır. Bir ölçüde denebilir ki Mevlâna’yı tanımadan Anadolu Türk Edebiyatının gelişmesini ve serpilmesini hakkıyla anlamak ve yorumlamak kolay değildir. Eşsiz XIII. yüzyıl Anadolu tasavvuf dehamız Yunus Emre (1240?-1320?) bile:

“Mevlânâ Hüdâvendigâr bize nazar kılalı

 Anun görklü nazarı gönlümüz aynasıdır”

demek suretiyle duyarlığını ve hayranlığını dile getirmiştir. Bir güçlü ihtimal sınırını aşmamak kaydiyle denebilir ki: Mevlâna eserlerini Farsça yazdığı içindir ki çağında bu dil, edebi bir dil olarak Anadolu’da gücünü korumuş ve Mevlevîliğin de uzunca bir süre imtiyazlı bir dili olmak niteliğini korumuştur. (...)

Unutmamak gerekir ki: Mesnevi-i Şerif, hemen bütün Türk illerinde en fazla okunan, yorumlanan, medreselere kadar bile bir ders ve nasihat şaheseri gibi girebilen, tekkelerde hayranlıkla dinlenen ve açıklanan bir kitaptı. Ayrıca Mevlâna’nın Divan-ı Kebir’i de aydınların, ilahi aşka gönül verenlerin imrenerek okudukları eserler arasında bir üstünlüğe sahip olmak özelliğini korumuştur.”

Prof. Dr. Hasibe Mazıoğlu’nun da konuyla ilgili kanaatleri de aynı doğrultudadır:

“Mevlâna’nın eserlerinin, özellikle Mesnevi’sinin edebiyatımızın kuruluş dönemlerindeki eserler üzerinde tesiri büyük olmuştur. (...) Osmanlıların Anadolu’nun birliğini kurarak hudutlarını Anadolu’nun dışında da genişletmeleriyle imparatorluğun her tarafında, Mekke’de, Mısır’da, Cezayir’de, Macaristan’a kadar bütün Balkanlar’da açılan Mevlevî tekkelerinde Mevlâna’nın eserleri özellikle Mesnevi okutulmuştur. Birer sanat ve edebiyatocağı durumunda olan bu tekkelerden yetişen yüzlerce şair, zamanla çığ gibi büyüyerek sanatın, müziğin ve edebiyatın oluşup gelişmesine büyük katkılarda bulunmuşlardır.”

Nitekim Türk edebiyatında olduğu gibi Türk mûsikîsi alanında, güzel sanatların çeşitli dallarında da Mevlevî şairlere, mûsikî üstadlarına ve çeşitli dallardaki sanatkârlara sıkça rastlanır. Birçok devlet adamı ve tanınmış kişiler bu tarikata intisap etmiş yahut Mevlevîliğe sevgi duymuşlardır. “Bahtî” mahlasıyla şiirler söyleyen Sultan Ahmed’den Nâbî’ye, Nef‘î’den Gâlib’e, Yahya Kemal’den A. Nihad Asya’ya kadar pek çok şairimiz, Mevlâna’ya övgü dolu şiirler yazmışlardır.

 

Asırlardır kültür ve medeniyetimizi yoğuran değerleri ifadede Hz. Mevlâna’nın 700 küsur yıldır süregelen fikirleri ve mesajları, bugün bizim dünyaya yayılan sesimizdir. Mevlâna, millet olarak duygu ve düşüncelerimizin tercümanıdır. İslamiyet’in güler yüzünü ve vizyonunu temsil etmektedir.

 

Engin dehâsı, derin fikirleri, gerçekçiliği, yüksek şahsiyeti, eşsiz sevgi ve hoşgörüsüyle asırlarca insanları etkilemiş ve aydınlatmış olan Hz. Mevlâna, bugün artık, her gün biraz daha şiddete, çatışmaya ve çözümsüzlüğe doğru giden dünyamızda, bütün insanlığa düşünceleriyle ışık tutmakta ve manevî önderliğini sürdürmektedir.

 

MEVLANA NIN 7 ÖĞÜDÜ

Hz. Mevlana dan Sözler



Ben yaşadıkça Kur'an'ın bendesiyim
Ben Hz.Muhammed'in ayağının tozuyum
Biri benden bundan başkasını naklederse
Ondan da bizarım, o sözden de bizarım, şikayetçiyim...

Güneş olmak ve altın ışıklar halinde
Ummanlara ve çöllere saçılmak isterdim
Gece esen ve suçsuzların ahına karışan
Yüz rüzgarı olmak isterdim...

Aklın varsa bir başka akılla dost ol da, işlerini danışarak yap...

Şu toprağa sevgiden başka bir tohum ekmeyiz
Şu tertemiz tarlaya başka bir tohum ekmeyiz biz...

Hayatı sen aldıktan sonra ölmek, şeker gibi tatlı şeydir
Seninle olduktan sonra ölüm, tatlı candan daha tatlıdır...

Biz güzeliz, sen de güzelleş, beze kendini
Bizim huyumuzla huylan, bize alış başkalarına değil...

Bir katre olma, kendini deniz haline getir
Madem ki denizi özlüyorsun, katreliği yok et gitsin...

Beri gel, beri ! Daha da beri ! Niceye şu yol vuruculuk ?
Madem ki sen bensin, ben de senim, niceye şu senlik benlik...

MEVLÂNA'NIN ESERLERİ


MESNEVİ
Mesnevî, klâsik doğu edebiyatında, bir şiir tarzının adıdır. Sözlük anlamıyla "İkişer, ikişerlik" demektir. Edebiyatta aynı vezinde ve her beyti kendi arasında ayrı ayrı kafiyeli nazım şekillerine Mesnevî adı verilmiştir.

Her beytin aynı vezinde fakat ayrı ayrı kafiyeli olması nedeniyle Mesnevî'de büyük bir yazma kolaylığı vardır. Bu nedenle uzun sürecek konular veya hikâyeler şiir yoluyla söylenilecekse, kafiye kolaylığı nedeniyle mesnevî tarzı seçilir. Bu suretle şiir, beyit beyit sürüp gider.

Mesnevî her ne kadar klâsik doğu'şiirinin bir şiir tarzı ise de "Mesnevî" denildiği zaman akla "Mevlâna'nın Mesnevî'si"gelir. Mevlâna Mesnevî'yi Çelebi Hüsameddin'in isteği üzerine yazmıştır. Kâtibi Hüsameddin Çelebi'nin söylediğine göre Mevlanâ, Mesnevî beyitlerini Meram'da gezerken,otururken, yürürken hatta semâ ederken söylermiş, Çelebi Hüsameddin de yazarmış.

 

Mesnevî'nin dili Farsça'dır. Halen Mevlâna Müzesi'nde teşhirde bulunan 1278 tarihli, elde bulunan en eski Mesnevî nüshasına göre, beyit sayısı 25618 dir.

 

Mesnevî'nin vezni : Fâ i lâ tün- Fâ i lâ tün - Fâ i lün'dür

 

Mevlâna 6 büyük cilt olan Mesnevî'sinde, tasavvufî fikir ve düşüncelerini, birbirine ulanmış hikayeler halinde anlatmaktadır

8 Mayıs 2012 Salı

MEVLANA CELALEDDİN RUMİ HAYATI


Mevlâna 30 Eylül 1207 yılında bugün Afganistan sınırları içerisinde yer alan Horasan yöresinde, Belh şehrinde doğmuştur.

Mevlâna'nın babası Belh şehrinin ileri gelenlerinden olup sağlığında "Bilginlerin Sultanı" ünvanını almış olan Hüseyin Hatibî oğlu Bahaeddin Veled'dir. Annesi ise Belh Emiri Rükneddin'in kızı Mümine Hatun'dur.

Sultânü'l-Ulemâ Bahaeddin Veled, bazı siyasi olaylar ve yaklaşmakta olan Moğol istilası nedeniyle Belh'ten ayrılmak zorunda kalmıştır. Sultânü'l-Ulemâ 1212 veya 1213 yıllarında aile fertleri ve yakın dostları ile birlikte Belh'ten ayrıldı.

Sultânü'l-Ulemâ'nın ilk durağı Nişâbur olmuştur. Nişâbur şehrinde tanınmış Mutasavvıf Ferîdüddin Attar ile de karşılaşmıştır. Mevlâna burada küçük yaşına rağmen Ferîdüddin Attar'ın ilgisini çekmiş ve takdirlerini kazanmıştır.

 

 

Sultânü'l-Ulemâ Nişâbur'dan Bağdat'a ve daha sonra Kûfe yolu ile Kâbe'ye hareket etti. Hac farizasını yerine getirdikten sonra dönüşte Şam'a uğradı. Şam'dan sonra Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri, Niğde yolu ile Lârende'ye (Karaman) geldi. Karaman'da Subaşı Emir Musa'nın yaptırdıkları medreseye yerleşti.

1222 yılında Karaman'a gelen Sultânü'l-Ulemâ ve ailesi burada 7 yıl kaldı. Mevlâna 1225 yılında Şerefeddin Lala'nın kızı Gevher Hatun ile Karaman'da evlendi. Bu evlilikten Mevlâna'nın Sultan Veled ve Alâeddin Çelebi adında iki oğlu oldu. Yıllar sonra Gevher Hatun' u kaybeden Mevlâna bir çocuklu dul olan Kerra Hatun ile ikinci evliliğini yaptı. Mevlâna'nın bu evlilikten de Muzaffereddin ve Emir Alim Çelebi adlı iki oğlu ve Melike Hatun adlı bir kızı dünyaya geldi.

Bu yıllarda Anadolu'nun büyük bir kısmı Selçuklu Devletinin egemenliği altında idi. Konya ise bu devletin başşehri idi. Konya sanat eserleri ile donatılmış, ilim adamları ve sanatkarlarla dolup taşmıştı. Kısaca Selçuklu Devleti en parlak devrini yaşıyordu ve devletin hükümdarı Alâeddin Keykubad idi. Alâeddin Keykubad, Sultânü'l-Ulemâ Bahaeddin Veled'i Karaman'dan Konya'ya davet etti ve Konya'ya yerleşmesini istedi.

Bahaeddin Veled, sultanın davetini kabul etti ve Konya'ya 3 Mayıs 1228 yılında ailesi ve dostları ile geldi. Sultan Alâeddin onu muhteşem bir törenle karşıladı ve ona ikametgâh olarak Altunapa (İplikçi) Medresesi'ni tahsis etti.

Sultânü'l-Ulemâ, 12 Ocak 1231 yılında Konya'da vefat etti. Mezar yeri olarak Selçuklu Sarayı'nın Gül Bahçesi seçildi. Günümüzde müze olarak kullanılan Mevlâna Dergâhı'na bugünkü yerine defnedildi.

 

Sultânü'l-Ulemâ ölünce talebeleri ve müridleri bu defa Mevlâna'nın çevresinde toplandılar. Mevlâna'yı babasının tek varisi olarak gördüler. Gerçekten de Mevlâna büyük bir ilim ve din bilgini olmuş, İplikçi Medresesi'nde vaazlar veriyordu. Medrese kendisini dinlemeye gelenlerle dolup taşıyordu.

Mevlâna 15 Kasım 1244 yılında Şems-i Tebrizî ile karşılaştı. Mevlâna Şems'te "mutlak kemâlin varlığını" cemalinde de "Tanrı nurlarını" görmüştü. Ancak beraberlikleri uzun sürmedi. Şems aniden öldü. Mevlâna Şems'in ölümünden sonra uzun yıllar inzivaya çekildi. Daha sonraki yıllarda Selâhaddin Zerkubi ve Hüsameddin Çelebi, Şems-i Tebrizî'nin yerini doldurmaya çalıştılar.

Yaşamını "Hamdım, piştim, yandım" sözleri ile özetleyen Mevlâna 17 Aralık 1273 pazar günü Hakk'ın rahmetine kavuştu. Mevlâna'nın cenaze namazını vasiyeti üzerine Sadrettin Konevi kıldıracaktı. Ancak Sadreddin Konevi çok sevdiği Mevlâna'yı kaybetmeye dayanamayıp cenazede bayıldı. Bunun üzerine Mevlâna'nın cenaze namazını Kadı Siraceddin kıldırdı.

Mevlâna ölüm gününü yeniden doğuş günü olarak kabul ediyordu. O öldüğü zaman sevdiğine, yani Allah'ına kavuşacaktı. Onun için Mevlâna ölüm gününe düğün günü veya gelin gecesi manasına gelen "Şeb-i Arûs" diyordu ve dostlarına ölümünün ardından ah-ah, vah-vah edip ağlamayın diyerek vasiyet ediyordu